Salı, Ağustos 09, 2011

Azınlık kime denir?


Hollandalılar kendi ülkelerindeki azınlıklara allochtone derler. Ben de bir Türk olarak o ülkede yaşarken allochtone kategorisindeydim. Bu kategori meselesini ilk duyduğumda çok tuhafıma gitmişti. Kendini bir “dünya vatandaşı” olarak düşünen ve öyle de olan bana, benim alnıma birdenbire bir etiket yapıştırılmıştı. Üstelik de benim rızam olmadan…
Ha, diğer taraftan da sarı saçlı, yeşil gözlü ve yaz ayları hariç beyaz tenli olduğum için de canımı sıkan “ Siz kesinlikle Türk olamazsınız” yorumları…
Azınlık olma duygusunu işte böylece tattım ve zaman içersinde kendi ülkemdeki azınlıkların ve kendini azınlık olarak hissedenlerin duyarlılığını da bu nedenle içten içe anlayabilme yeteneği geliştirdim.
Şimdilerde kendi yaşadığım topraklarda da allochton olma tehlikesiyle karşı, karşıya olduğumu düşünmeye başladım. Başımda türban olmadığı için; oruç tutmadığım için; Asmalımescit için…İstanbul’da artık mahalle baskısını burada doğup, büyümüş ve birkaç kuşak İstanbullu olan ben de hissediyorum.
Geçen hafta (Ramazan öncesi) aniden Asmalımescit’e baskın yapan zabıta ekipleri orada oturmuş ailecek veya arkadaşı, sevgilisiyle sakin, sakin yemeklerini yemekte olanlara hiç ama hiç aldırmadan, masa, sandalye, buzdolabı Allah ne verdiyse toplayıp, götürmüşler. Neymiş efendim “Restoranlar işgaliye ödemeden masaları sokaklara koyuyorlarmış”…
Buna kimsenin itirazı yok. Vergini vereceksin; işgal ettiğin yerin bedeli neyse onu ödeyeceksin. Ama bu baskın yapma tarzı insanı düşündürüyor. Gözdağı gibi adeta … Sovyetler Birliği, Doğu Almanya, Bulgaristan öykülerini anımsatıyor. O gün orada güzel bir vakit geçirmeye gidenlerde ise ister istemez “azınlık” duygusu ve korkusu başladı.
Sorum şu: Bu benim yaşam tarzıma yönelik yeni bir tavır mıydı? Önce Ankara’da ailesiyle birlikte içkili restorana gitti diye gözaltına alınan gencin başına gelenler; daha sonra Boğazkesen’deki galeriye yapılan saldırı….Bunlara “Dur” demek kime düşer sizce?
Cevabını bilen varsa beri gelsin.

Salı, Temmuz 19, 2011

AYNUR...

Çok iyi bir radyo dinleyicisi (TRT 3) ve CD koleksiyonu sahibiyimdir. Müziksiz bir gün düşünemiyorum. İKSV'nın festival etkinlikleri ile büyüdüğüm için, birçoğuna giderim, kaçırmam.
Geçtiğimiz Cuma akşamına kadar Aynur'u tanımaz, onun bir Kürt şarkıcı olduğunu da bilmezdim. İKSV'nın düzenlemekte olduğu 18. İstanbul Caz Festivali kapsamında gittiğim ve çok başarılı bulduğum Mujeres de Agua (Su Kadınları) konserinde "müzik" siyasete araç ve hatta amaç yapıldı.

İspanyol gitar ustası Javier Limon sihirli parmaklarıyla önce iki İspanyol Flamenko şarkıcısına , akabinde de "Akdeniz'den, sizin topraklarınızdan, içinizden biri" dediği Aynur'a eşlik etti. Ben Kürtçe bilmem ama müziğin evrensel olduğuna, müziğin tek bir dili olmaması gerektiğine de inanır, hemen her tür müziğe ve müzik yapana saygı duyarım. Zenginlik de budur işte. Aynur'un söylediği ilk 2 şarkı Kürtçeydi. Güzel ve duygu dolu şarkılardı. "Ağıt yakıyor adeta" diye düşündüm. Ne söylediğini bilmiyordum tabii ama içimde tuhaf bir his oluşmuştu. O sıcak flamenkolardan sonra ortam birdenbire buz kesmişti. Bir fırtına kopacak gibiydi. Tedirgin olmuştum. Etrafımı sürekli kolaçan ediyordum.  Aynur'un 1. şarkısı sonrası alkışlar zayıftı. Ters giden birşeyler vardı bu konserde. Birden yukarlardan bir "Yuh" sesi duyuldu; arkasından da sahneye bir minder uçtu. Aniden Açıkhava Tiyatrosundaki konser siyasi bir toplantı havasına bürünmüştü. "Yuhlara" karşılık gelmekte gecikmedi"; "Yaşasın Aynur" ve buna benzer cümlelerle. Bu arada bazıları  konser salonunu terketmeye bile başladı. Biryerlerde 10. Yıl Marşı söylenirken, bir yerlerde Kürtçe sloganlar atılıyordu. Aynur sanki hiç bir şey yokmuş gibi 3. şarkıya geçti. O da Kürtçe idi. Bu tansiyonu daha da artırdı. Küçük gruplaşmalara başlandığı görüldü. Javier Limon şaşkın ve neler olup, bittiğini tam anlamış değildi amma bir terslik olduğunu da görüyordu.. Sahneye "bizlerden birini" çıkarmıştı ve bu kişi protesto ediliyordu.. Bu arada Aynur'da şarkıyı kısa kesmek zorunda kaldı ve apar, topar sahneyi terketti. Limon havayı yumuşatırım düşüncesiyle bir acele   Buika'yı sahneye davet etti. Buika....şu çıplak ayaklı, simsiyah tenli,  güçlü sesiyle ortalığı inleten Gineli Buika. Bir çoğumuz bu konsere zaten Buika için gitmemiş miydik?

Bir tarafta yuhlar, diğer tarafta yaşa varollar Buika söylerken de devam etti. Güzelim konser politik demonstrasyona dönüşmüştü. Tansiyon biraz düşmüş gibi görünsede toplumumuzdaki  kutuplaşma apaçık karşımızdaydı. Ayrıca organizasyonda ciddi bir iletişimsizlik olduğu da belliydi. Güzel ama talihsiz bir konserdi.
Ben, müzik başta olmak üzere tüm sanat dallarının ayrıştırıcı değil, birleştirici olduğuna inanırım. Bunun en iyi örneklerden bazılarını bizlere değerli yazar, düşünür, besteci Zülfü Livaneli vermiştir. Teodorakis'den, Liesbeth List'e kadar bir çok aykırı kişilikle birlikte sahne almış, kolkola girmiş, şarkı söylemiştir. Bunların bazıları protesto şarkıları olsa da....
15 Temmuz konserindeki vakaya da duyguları bir tarafa bırakıp, analitik yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Bu güzel konser maalesef 13 askerimizin PKK tarafından öldürülmesinin ertesine denk geldi. Sinirler zaten gergin, insanlar üzgün ve ister istemez duygusaldı. Buika'nın ve Aynur'un bu konserde sahne alacağı ilk günden belliydi ve biletin üzerinde de yazılıydı. Aynur tabiiki yine de çıkmalı ve bu güzel şarkılarını seyircilerle paylaşmalıydı. ANCAK: Javier Limon'a olası bir hassasiyet durumu organizatörlerce söylenmeli ve o önceden uyarılmalıydı. Aynur da içimizden biri olduğuna ve bu acıları o da yaşamakta olduğuna göre bu duyarlılığı anlamalı, buna saygı göstermeli ve sahneye en azından bir "Merhaba, hoşgeldiniz" cümlesi ile çıkarak, hiç olmazsa bir, hatta bir kaç tane  Türkçe şarkı okumalıydı. Aksi takdirde şarkılarının provokasyon aracı olabileceğini düşünmeli ve sadece Kürtçe kullanmaya inat etmemeliydi. Aynur gibi deneyimli ve duyarlı bir sanatçıdan aynı duyarlılığı bu konserde de gösternesini ve yangına körükle gitmek yerine yatıştırıcı ve birleştirici olmasını beklemek herhalde yanlış olmazdı (olmayacaktır).

Taraftarlara gelince; müziğin evrenselliğine hangi dilden olursa, olsun, kim söylerse söylesin saygı göstermek gerektiği bilmeliydiler. Futbol maçlarında insanı dehşete düşüren, hatta iğrendiren fanatizmin müziğe bulaştırılmaması gerekirdi. 22 yıl yurtdışında yaşayıp, çalıştıktan ve bu güne dek sayısını bile artık hatırlayamadığım kadar konsere, davete, etkinliğe katıldıktan sonra şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim: Bu ülkenin seyircisi konukseverdir , vericidir; iletişimi güçlüdür; sahnedeki sanatçıyı rahatlatır, onore eder, şiddete asla taraf olmaz.
Dileğim kim olduğumuzu unutmamaktır.   

Çarşamba, Temmuz 13, 2011

AYVALIK'da Belediye yok mu?

Ayvalık'a yıllardır giderim. Kuzey Ege deyince içim titrer. Aklıma mitolojik kahramanlık öyküleri gelir. Fransa'da yaşarken güneş ve deniz aşkına Cote d'Azur'e, Cap Ferrat'a gidince "Bu da sahil mi, yoksa sahilcik mi? İnsanlar balık istifi gibi. Bir de gelip Ayvalık sahillerini görsünler, oralarda denize girsinler" derdim. Ukalalıkmış...Çevreye sahip çıkan da, onu güzelleştirip, çirkinleştiren de hep aynı insan.

Evim Ayvalık'da; eşim dostum orada, sevgili Filiz Ali'nin kurduğu Aima (Uluslararası Ayvalık Müzik Akademisi) de orada....Tanrı doğayı özenerek yaratmış. Denizle çamın, zeytin ağaçlarıyla yel değirmenlerinin, incir ağaçlarıyla mimozaların yüzyıllardır birarada, birbirini kollayarak barış içinde yaşadığı Ayvalık yarımadasına bir şeyler oluyor.. Oranın yerlisi başta olmak üzere, bizim gibi yazlıkçılar da dahil doğadaki bu uyumu herkes fena halde bozuyor. Bilmem kaç medeniyete tavır koymuş, kaç kez yıkılıp, yıkıntılardan yeniden doğmuş, çok kültürlülüğün  adeta simgesi olmuş olan Kuzey Egeli  Ayvalık'da (ve Cunda'da) feci bir vurdumduymazlık hakim. O canım parke sokakların aralarına sıkışmış eski Rum evleri harabe halinde. Asırlık kiliselerin önlerinde "Yıkılma Tehlikesi Var, Yaklaşmayın" uyarı yazıları. Yazılar bile eskidiler.
Ayvalık ve Cunda'da belediye hizmetleri her geçen yıl daha da kötüye gidiyor. Bu yıl için ise büyük bir sıfır!
Bu eşşsiz yörenin doğasına, florasına tamamen aykırı, birbirinden çirkin, kocaman beton binalardan bir kısmı özelse, bir kısmı da kamunun marifeti. Sanki bu ülkede, üstelikde ödül kazanan (Ağa Han ödülü gibi) mimar ve mühendisler yok! Belediye bu binalara nasıl oluyor da izin veriyor? 
Hangi akla hizmetse çöp bidonları ufacık; çöpler ortalıkta yığılı, sokaklar bakımsız. Çiçekler kurumuş. İşin komiği herkes de bu durumdan şikayetçi.
Seçimlerin  hizmete dayanarak kazanıldığını, oyların da hizmete karşılık verildiğini Ayvalıklı unutmuşa benziyor...
Ayvalık ve Cunda'ya içim kan ağlıyor.
       

Perşembe, Temmuz 07, 2011

Dominique Strauss-Kahn Türk olsaydı....

Eski IMF Başkanı, 2012'de  yapılacak olan Fransa Cumhurbaşkanı seçimlerinde şimdiki Cumhuriyetçi Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy'ye karşı Fransa Sosyalist Partisi'nin en ciddi adayı ve en büyük kozu olarak varsayılan ve geçtiğimiz ay New York'da tutuklanarak, sonra serbest bırakılan ve şu anda davası devam etmekte olan Dominique Strauss-Kahn Türkiye'de yaşayan şöhretli, güçlü, etkili ve yetkili bir Türk erkeği olup kaldığı oteldeki kadın temizlik görevlisini rızası olmadan sekse zorlasaydı:

. Oteldeki temizlik görevlisi ağzıyla kuş tutsa böyle saygıdeğer bir zat tarafından tecavüze uğradığına ve seks yapmaya zorlandığına polisleri inandıramazdı.
. Diyelim ki içlerinden insaflı bir polis çıktı: Onun da  "Kızım bu kadar nüfuzlu birisiyle sen uğraşamazsın, boş ver, unut, gitsin" deme ihtimali yüksek olurdu.
. Birçokları, hatta bazı öğretim üyeleri ve gazeteciler  ahlak dersi vermeye kalkıp,  koro halinde " Tabii canım, kadın kısa etek giymişti, kolunu, bacağını, eteğini açmış, adamı tahrik etmiştir" diyebilirlerdi.
. Birdenbire rahatsızlanınca acilen hastaneye kaldırılan Sayın Yetkili ve Etkilinin "sağlık sorunları" nedeniyle evinde ifadesine başvurulurdu...

 Ne diyelim: Bir başkadır benim memleketim...
 

Cuma, Haziran 17, 2011

Erasmus'dan...

Körlerin ülkesinde tek gözlü insan kral olur...

Kadına Özgürlük Kimin Tekelinde?

Suudi Arabistan'lı kadınlar çok sabırlı olmalı...Yoksa kapalı ve baskıcı bir rejmin kadınlarda yarattığı korkudan mı bu sabır, tam bilemiyorum. Ama şunu iyi biliyorum: O toplumlarda "kadın" olmak hiç de kolay değil. Otomatikman aşağısın, uşaksın.

Yıl 2011, Haziran...O kadınlar bugüne dek çağdaş ülkelerde çocuk yaştakilerin bile kullandığı bir otomobili kendi başlarına kullanabilmelerine izin verilmesi için beklediler. Bu izni ise kim verecekti: Suudili yetkililer. Araba kullanma özgürlükleri Suudi erkeklerin tekelindeydi. Böyle gelmiş, böyle gidiyordu.  Sonra birgün belliki canına tak etmiş Suudili kadınlar arasından cesur, daha doğrusu cüretkar bir kadın çıktı. Kendi başına, yani erkeksiz araç kullanırken çekilmiş bir videosunu Youtube ve Facebook'da yayınladı. Bu öncü kadının girişimini ben de böylece duydum. 

Suudili yetkilliler şimdi ne yaparlar bilmem;  umarım geçen yıl bizim ülkemizde de olduğu gibi Youtube'u falan yasaklamaya kalkışmazlar ve çağdaş toplumlara uygun hareket ederek bu kadını desteklerler.
Ülkesindeki erkek hegemonyasına ve baskıcı erkek otoritesine baş kaldıran bu kadına kocaman bir bravo. İşte rol model olmak budur.

Yaşasın internet. Yaşasın özgürlük.

 

Çarşamba, Haziran 01, 2011

Muhteşem Erkekler...

Diziler toplumların aynası oldular. Bir toplumu oluşturan kadın ve erkeğin olaylara bakış açısını, tepkisini, davranış biçimini en azından bazı diziler apaçık gözler önüne sermekte usta. Televizyon programı yapımcılarına, senaristlere kocaman bir aferin. Nabzı tutmak bu işte.

Ben başından beri merakla izlediğim, kah fantezi, kah gerçek, bu ikisinin arasında boyuna giden gelen Hürrem-Süleyman konulu epikdeki kadınlardan biri olmak asla istemezdim. "Harem"'i ziyaret etmiş olanlar bilirler. Dizideki o güzel giyimli, alımlı, edalı kadınların hepsi Harem denen kafesin içine hapsedilmiş durumdalar. Afrika'yı sıkça gezdiğim günlerden hatırlarım. Senegal'in başkenti Dakar açıklarında bulunan bir adadan bir zamanlar yapılan köle ticaretinde de derileri beyaz olmayan insanlar aynen böyle kafeslerin içine tıkılarak taşınırmış...

Şimdi bu diziden de hareketle, "Erkek 4 kadın almalı; benim kocam kuma getirse ben kızmam" diyenlere bir çift sözüm var.

Biir: Hodri meydan. Alsın da, o zaman konuşun.    

İkii:  Hürrem hiç işlemediği bir suçtan (Ayşe'yi boğazlama)  Süleyman tarafından "Senin elin kanlı" diye suçlanıp, neredeyse afaroz edilip uzaklara sürülürken, muhteşem hünkar, istediğinin kellesini oracıkta alıveriyor! Erkek bu, yapar mı demeliyiz?

Üüç: Yukarıdaki davranış ve düşünceleri onaylamayanlar çoğalmadığı müddetçe "kadına yönelik şiddet" durmaz. Kuma da gelse faydası yok. Bu kez her ikisi de dayak yer.

Rol model oluşturabilecek kadınlar, oraya buraya akıl veren, yönlendiren, hatta danışmanlık yapan kadınlar dizilerde yaşamamalılar. Başkalarının hayatını etkileyebilecek yorumlar yaparken daha dikkatli konuşmalılar.
Yoksa bir de bakarlarki "Bakim ne diyecekler" diye ortaya attıkları akademik bir konu  hayal iken, gerçek olmuş.